Son günlerde uluslararası ilişkiler sahnesindeki en dikkat çekici gelişmelerden biri de İsrail’in bölgesel güç olma hedefidir. Foreign Policy dergisi, İsrail’in bu iddisını sorgularken, bölgede meydana gelen siyasi ve askeri değişimlerin bu amaca ulaşılmasında ne denli etkili olduğunu irdelemektedir. Peki, İsrail’in bu hedefi, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nin stratejik desteği ile nasıl şekilleniyor? Ayrıca, bölgedeki diğer aktörler bu duruma nasıl yanıt veriyor? Bu sorular, hem İsrail’in iç politikası hem de Ortadoğu’daki jeopolitik dengeler açısından oldukça kritik.
Amerika Birleşik Devletleri, tarihi boyunca İsrail’in en güçlü müttefiki olmuştur. Bu ittifak dahilinde sağlanan askeri ve mali yardımlar, İsrail’in bölgesel güç olma çabalarına önemli bir kaynak sağlar. Ancak, bu destek yalnızca askeri alanda değil, aynı zamanda diplomatik düzeyde de etkisini göstermektedir. Amerikan yönetimleri, İsrail’in güvenliği ile kendi ulusal güvenliği arasındaki bu dengeyi sağlamakla yükümlüdür. Fakat son zamanlarda uluslararası ilişkilerde yaşanan değişimler, bu desteğin niteliğini sorgulamaya itiyor. Biden yönetiminin Orta Doğu’ya yaklaşımı, Trump dönemine göre bazı farklılıklar taşısa da, İsrail’e verilen destekteki azalma, bu ülkenin bölgedeki duruşunu tehdit eden bir unsur olarak öne çıkıyor.
Öte yandan, bölgedeki diğer Arab ülkelerle ilişkilerin normalleşmesi çabaları, İsrail’in bu stratejik hedeflerini pekiştirmeye yönelik önemli bir adım olarak değerlendiriliyor. Ancak bu normalleşme, aynı zamanda Arap halkları arasında da büyük bir direnişle karşılaşıyor; bu durum, İsrail’in herhangi bir stratejik kazanımının üzerinde kara bulutlar oluşturabilir. Yine de, İsrail hükümeti bu süreçlerden elini güçlendirmeyi ve bölgesel bir aktör olarak sahip olduğu pozisyonu korumayı hedefliyor. Ancak, tüm bu süreçlerde başarıya ulaşabilmek için güçlü bir iç politika ve halk desteği gerektiği unutulmamalıdır.
Bölgedeki jeopolitik dinamikler, sadece Amerika-İsrail ilişkileri ile sınırlı değildir. Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin de aktif olduğu bu denklemde, her bir ülkenin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ettiği aşikardır. Örneğin, İran’ın Suriye’deki askeri varlığı ve Hizbullah ile olan ilişkileri, İsrail için ciddi tehditler oluşturmaktadır. İran’ın nükleer silahlanma programı ile ilgili gelişmeler de bu tehdidi daha da derinleştiriyor. Bu bağlamda, İsrail’in kendi güvenliğini sağlamak adına yürüttüğü askerî operasyonlar, uluslararası toplumda tartışmalara yol açmaktadır.
Bölgedeki bu hızlı değişim, İsrail’in bölgesel güç olma hedefini sorgulamakla kalmayıp, aynı zamanda bu hedefe ulaşmasına engel olabilecek birçok faktör barındırmaktadır. Özellikle, Arap Baharı sonrası yaşanan sosyal ve politik olaylar, bölgeyi yeniden şekillendirerek, İsrail’in stratejik hesaplamalarını derinleştiriyor. Arap ülkelerinin kendi iç sorunları ile uğraştığı bu dönemde, İsrail’in rolü üzerindeki belirsizlik giderek artmaktadır. Ancak buna rağmen, Tel Aviv yönetiminin yine de bu belirsizlikler içinde güçlü bir aktör olarak varlık göstermeye çalıştığı görülebilmektedir.
Sonuç olarak, İsrail’in bölgesel güç olma hedefi, yalnızca askeri gücü ile değil, aynı zamanda diplomasinin ve iç politikanın da etkileyeceği karmaşık bir süreçtir. İç politikada sağlanan birlik ve destek, dış politikadaki başarılar için hayati öneme sahiptir. Amerikalı müttefikleri ile sağlanan ilişkilerin sürdürülmesi, bölgedeki diğer aktörlerle kurulan ilişkiler, ve uluslararası toplumun gözünde meşruiyet kazanılması; tüm bu unsurlar, İsrail’in gelecekteki rolü ve etkisi açısından belirleyici olmaya devam edecektir. Bu nedenle, İsrail’in bölgedeki dinamiklere nasıl yanıt vereceği ve bu hedefe ulaşma çabaları, uluslararası ilişkilerin gidişatını doğrudan etkileyecektir.